Türkiye’de demokrasiye yönelen en büyük tehlike basın özgürlüğünün, bağımsız olmayan bir yargı eliyle ortadan kaldırılması. Cumhuriyet gazetesi davasının özü budur.
Kaynak: T24 (27 Temmuz 2017)
Cumhuriyet gazetesinin 17 yazar ve yöneticisi hakkında açılan dava başladı. 17 sanıktan 11’i 9 aydır tutuklu. Atılan suç ise, terör örgütlerine üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek. Bu dava Türkiye’deki özgürlüklerin içinde bulunduğu durum ve Türkiye’nin nasıl bir rejimle yönetildiğinin bir simgesi niteliğini taşıyor. Türkiye’de birkaç gazete ve TV kanalı dışında, basında ve görsel medyada bu dava ile ilgili haberler küçültülerek, önemsizleştirilerek verilse bile, uluslararası kamuoyu davaya büyük bir ilgi gösteriyor. Yabancı basın ve televizyonlarda davaya Türkiye’deki basın ve televizyonlardan daha büyük yer verilmesi de Türkiye’deki ifade özgürlüği alanının ne denli daraldığının bir göstergesi.
Cumhuriyet davası insan hakları hukuku açısından birçok sorunu içinde barındırıyor. Bunlardan birincisi, 11 basın mensubunun 9 aydır tutuklu olması. Tutukluluk, masumluk karinesinden yararlanan insanların ögürlüklerinden yoksun bırakılmamalarına yol açan istisnai bir önlem. Böyle bir karar verilmesi için bir “makul kuşku”nun bulunması gerekir. “Makul kuşku” için, AİHM ölçütlerine göre, üçüncü bir kişiyi suç işlediğine ikna edecek somut verilerin bulunması aranır. Kendinizi tarafsız, ön yargısız bir kişi yerine koyun. Savcı size şunu söylüyor: “Bu kişiler suç işlemiştir. Çünkü bylock kullananlardan telefon geldi. Ayrıca bu kişiler çalıştıkları gazetenin yayın politikasını değiştirdiler”. Siz bu verilere dayanarak bu kişilerin suçlu olduklarına ikna olur musunuz? Dolayısıyla,”makul” kuşku bulunmadığından, önce tutuklanmaları yanlış. Bir insan hakkı ihlali.
İkincisi tutukluluk süresi çok uzun. Tutukluluk uzadıkça bunu haklı gösterebilecek somut kanıtlara ihtiyaç var. Yargıcın tutukluluğa itirazı incelerken, tutukluluğun sona ermesini gerektiren yeni bir durumun olup olmadığını değil, tutukluluğun devamının gerekli olup olmadığını incelemesi gerekiyor. Şüphelinin kaçma ya da kanıtları karartma olasılığı var mı? Varsa, yargıç bunları ayrıntılı bir biçimde, kararında belirtmeli. Ayrıca, ev hapsi, yurtdışına çıkma yasağı gibi başka adli control önlemlerinin neden etkisiz kalacağına da kararında yer vermeli. Sadece “etkisiz kalacaktır” ifadesi yeterli değil. Kanıtların toplanmamış olması ya da atılan suçun ağırlığı tutuklamaya itirazın reddi için yeterli bir gerekçe değil. İtirazı reddeden kararların gerekçesi yukarıda değinilen hususları içermiyorsa, her keresinde aynı klişe ifadelere yer veriyorsa, bu da ayrı bir ihlal nedeni.
Üçüncüsü, tutuklamaya itirazın dosya üzerinden değil, şüphelileri görerek, bir duruşma yapılarak yargıç tarafından karara bağlanması gerekiyor. Oysa, OHAL KHK’ı dosya üzerinden karara verilmesine izin veriyor. Ayrıca avukatların dosyaya itiraz edebilmeleri için dosyadaki bilgilere, kanıtlara erişmeleri önem taşıyor. Gizlilik kararı nedeniyle bu bilgilere erişememeleri silahların eşitliği ilkesine aykırı. Bu nedenle habeas corpus yani tutukluluğa itiraz hakkının ihlali söz konusu. Bu da üçüncü bir insan hakkı ihlali.
Bu üç ihlal birlikte ele alındığında tutukluluğun haksızlığı ve 11 basın mensubunun derhal tahliye edilmesi gerektiği ortaya çıkyor. Bu haksızlık Anayasa Mahkemesi tarafından düzeltilmezse, AİHM tarafından düzeltileceği kesin.
Savunma hakkına getirilen sınırlamalar ve başka nedenlerle adil yargılama ilkesinin ihlali, dava mahkumiyetle sonuçlanırsa AİHM tarafından ele alınacak bir konu.
Ancak gazetecilerin, mesleklerini yapmalarından dolayı tutuklanmaları ve tutuklu yargılanmaları başlı başına basın özgürlüğünün ihlali. Bunun için davanın sona ermesini beklemeye gerek yok.
Bu konuda karar vermek için AİHM’in Nedim Şener | Türkiye ve Şık | Türkiye (2014) kararlarını okumak yeterli. Bu kararlarda, AİHM iki gazetecinin tutuklamalarının Sözleşme’nin kişi özgürlüğüne ilişkin 5/3 ve 5/4 maddelerine aykırı olduğu sonucuna vardıktan sonra tutuklamanın basın özgürlüğü üzerindeki etkisini inceliyor. AİHM’e göre iki gazetecinin 1 yılı aşkın bir süre yeterli bir neden olmadan tutuklu bulunmaları kamuoyunu ilgilendiren konularda görüş açıklamalarını engelleyecek ve basın üzerinde baskı ve bir oto sansür ortamı yaratacaktır. İki gazetecinin tutuklu yargılanmaları, elde edilmek istenen amaçla orantılı ve demokratik bir toplum için gerekli değildir.Bu nedenlerle, ifade özgürlüğüne ilişkin 10 madde ihlal edilmiştir.
Şunu da belirtmek gerekir ki; AİHM’nin yukarıda değinilen tutukluluğa ve basın özgürlüğüne ilişkin ilkeleri, Türk yargısı bakımından uygulanması zorunlu bir nitelik taşır. Türkiye, Anayasa’nın 90.maddesinde, 2004 yılında yaptığı bir değişiklikle, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmalarla kanunların, aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda uluslararası anlaşma hükümlerinin esas alınacağını kabul etti. Bu değişiklikle Türkiye Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini (AİHS) kendi hukuk sisteminin bir parçası haline getirdi. AİHS’nin, içtihadı da kapsadığı kuşkusuz. Bu değişiklik AİHS ve kararlarını, Türk hukukundaki normlar hiyerarşisi bakımından yasaların üstüne yerleştirdi. Dolayısyla AİHM kararları yargılama sırasında taraflarca ileri sürülebileceği gibi, yargıçların da kendiliğinden AİHM kararlarını gözönünde bulundurmaları gerekir. Anayasa bunu emreder.
Terör tehdidinin devleti güvenlik ağırlıklı bir tutuma yöneltmesi anlaşılabilir. Ancak basın özgürlüğünün bu koşullarda bile korunması demokratik bir rejimde önem taşır. Şener|Türkiye (2000) kararında AİHM şöyle der: “ Medya şiddete teşvik etmediği sürece, Taraf Devletler toprak bütünlüğü ya da ulusal güvenlik ya da suç işlemenin önlenmesi ve kamu düzeni gerekçeleriyle, medyaya ceza yasasını uygulama yoluyla, kamunun bilgi alma hakkını sınırlayamaz.”
Stankov|Bulgaristan (2001) kararında ise AİHM şu görüşleri ileri sürer: “Demokrasinin özü sorunların açık bir tartışma ile çözümlenmesi kapasitesine dayanır. Şiddete teşvik dışında, toplantıya ya da ifade özgürlüğünün bastırılması, bu görüşler ya da ifadeler otoriteler bakımından şok edici ve kabul edilemez ya da ileri sürülen talepler meşru olmasa bile demokrasiyi tehlikeye atar.
Türkiye’de demokrasiye yönelen en büyük tehlike basın özgürlüğünün, bağımsız olmayan bir yargı eliyle ortadan kaldırılması. Cumhuriyet gazetesi davasının özü budur.